"Çalışan ben, tüketen beni kıskanır." John Berger

Eylül 12, 2024

 
12 Eylül’ü sadece acı üzerinden dillendirmeye çalışırsanız ne olur?
 İbrahim Akyürek, 2010 

AKP’nin gazetelerdeki tam sayfalık “EVET” reklamlarından birine bakıyorum. Cümlelerin çoğu mağduriyet ve hesap sorma üzerine. Sol’un, sosyalistlerin, insan hakları söyleminde bulunanların sözcükleri bu reklamları dolduruyor neredeyse. Bedavasından bizim çaycıya gelen (bırakılan) Zaman, Türkiye, Bugün gazetelerinin orasına burasına yerleştirilen Diyarbakır Cezaevi haberleri ve işkence görüp "evet" demeye hazırlananların öyküleri pek moda bugünlerde...

Aynı reklamlarda, haberlerde, öykülerde; zorsuz, şiddetsiz gerçekleşmeyecek yeni dünya düzeninin serbest piyasa programıyla, yani 24 Ocak kararlarıyla ilgili sızlanma, öfke yok.

Devrimcilerin, eziyet çekenlerin, insan hakları için çaba sarf edenlerin çoğu sözlerinde, yazılarında olduğu gibi...

Bu şuna benziyor; örneğin, parasal gücümün artışı önünde engel olarak gördüğüm size silahlı adamlarımı gönderiyorum, eziyet ettiriyorum. Siz; eziyeti, eziyeti yapan adamları dillendiriyor, yazıyor, çiziyor, bu işi yapanın yanında kalmayacağını haykırıyorsunuz. Adamları gönderen benim hakkımda ise ses seda, tanım, tarif, tartışma, öfke yok.

Bu işte bir terslik yok mu?


Darbeler konusunda soldan yazılmış yazılara, kitaplara bakın en iyimser haliyle yüzde doksanı mağduriyet üzerine. Üniformalı, tanklı, tüfekli silahlı adamları görevlendiren örgütlü sermaye gücünü dillendiren insan sayısı o kadar az ki.

12 Eylül Darbesinin sabahında yan komşum emekli albay, ”Askerler ekonomiden anlamaz, anlayan birini bulurlar” demişti. Demekle kalmamış, darbeden kısa bir süre önce Yapı Kredi Bankasında iyi bir toplu sözleşme yapan DİSK’li sendikacılara kızgınlığını belirtmişti.

Askerler, yani silahlı adamlar sermaye gücünü temsilen Özal’ı buldu. Özal da, silahların güvencesinde, o güne kadar kazanılmış sendikal hakların hakkından geldi.

Çok değil, darbeden kısa süre sonra, 18 Kasım 1980 tarihli Milliyet gazetesi baş yazısında yer alan, patron örgütlerinin istemlerine, çoğu bugün gerçek olan şu “olağan satırlara” bir göz atın:

“...24 ocak kararlarının eksik yönlerinin 12 Eylül iktidarı tarafından tamamlanması beklenmektedir. Yani KİT’ler ıslah edilmeli, vergi reformu yapılmalı, endüstriyel ilişkiler sosyal adalet ve barış ilişkileri ışığında düzenlemelidir. Ekonomi liberalleştirilmeli, yabancı sermayeye kolaylıklar tanınmalı, devletçilik ancak zaruri hallerde başvurulacak bir uygulama olmalıdır. Ekonomi yeniden yapısallaştırılırken, dünya ekonomisi ile kaynaşmaya geçilmelidir. Çağdışı kambiyo himayeleri bırakılmalı, adım adım Türk lirası konvertibiliteye itilmelidir. Bütçenin açık finansmanından vazgeçilmeli, para basımına siyasi müdahalelerden vazgeçilmelidir. Gereksiz istihdamla devlet kadroları şişirtileceğine işsizlik sigortası ile gerçekçi bir sosyal güvenlik sistemine gidilmelidir. Tutarlı ve kanımızca ülke için yararlı olan budur.”
Bu satırlar yeterli değilse alın size Rahmi Koç’un, 26 Ocak 1982 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer alan sözleri:
“12 Eylül harekatından önce her şeyi demokratik bir sistem altında yapmak zorundaydık. Bu da karar almak, yasa ya da yönetmelik çıkarmak için aylar geçmesini gerektiriyordu. Yani her şey güç ve uzun zaman içinde gerçekleştiriliyor, her şeye politik açıdan bakılıyordu. Ekonomik yaklaşım hep arkadan geliyordu. Askeri yönetim altında fark, alınan kararların parlamentodan geçmesi gibi bir zorunluluk olmadığından çok hızlı hareket edilebiliyor. Ve üstelik askeri yönetim yanlış yapsa bile bunu kısa sürede düzeltebiliyor.”
Bu satırlar da yeterli değilse alın size “Para-Şiddet”, ”Ekonomi-Silah”, “24 Ocak-12 Eylül” ilişkisini özetleyen ABD eski Ankara büyükelçisinin görüşleri:
Robert Komer 1981 yılında Yankı dergisinde soruları yanıtlarken samimi, açık sözlü ve biraz şaşkın:
”Askerler beni şaşırtan bir tutumla serbest pazar ekonomisini onayladılar. Bu çözüm genç ve yetenekli uzmanlarca Demirel’e önerilmişti. Bunlar acı ilaçlardı. Bu programı Demirel hiçbir zaman uygulayamazdı, çünkü gerekli kanunları çıkaracak meclis çoğunluğu yoktu. MGK; Turgut Özal’ın yerinde kalmasını hatta başbakan yardımcılığı vererek daha yetkili yere gelmesini söyleyince bundan çok etkilendim. Çok isabetli bir iş oldu. Onu zor politikasında desteklediler. 12 Eylül olmasaydı bu programla ilgili önlemler alınamazdı. Bu konuda generallerin payı çok büyük.”
Anımsayın; Çağan Irmak’ın “Babam ve Oğlum” filminde milletimizin gözyaşı sel olup aktı, yapımcının kasasında iyi de para birikti. Bizim millet; acısını dramatikleştirerek sevilme-sayılma ihtiyacını karşılama peşinde olmasın; düzeni, bulunduğu ortamı karşısına alıp açıkta kalmaktan korkuyor olmasın?

Eylül 2010
 
                                    
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...