Türkiye’nin film festivali rejimi
İKSV etkinlikleri büyük ilgi görürken, sermaye çevreleri tarafından da coşkuyla destekleniyordu. Büyük sermaye, darbe rejimi tarafından etkisizleştirilmiş, apolitize edilmiş kültür ortamında artık bir tehdit olarak görmediği için muhalif sanatçılara da alan açmakta sakınca görmüyordu. Hatta rejime gösterilen bu vitrin artık devrinin tamamlandığını anlatıyordu bir bakıma. Sermayenin ‘kültürel yüzü’; Avrupa Ekonomik Topluluğu, Gümrük Birliği gibi rüyalarını gerçekleştirmek için bu tür tavizleri vermekte, sinemacılarla birlikte yollara düşüp sansüre karşı yürümekte beis görmedi o yıllarda.
Bir yandan filmlerin temaları krminalize edilip yaratıcıları hedefe konurken, diğer yandan bu tehdit festivallere de yöneltildi. Bugün kırmızı çizgileri aşan kimi filmler (hasbelkader çekilebilmişse) festivallerin programlarına alın(a)mıyor. Ve bunlar sektörde herkesin bildiği sırlar olarak dolaşıp duruyor!
Bu yıl uzun metraj bir filmin İstanbul Film Festivali’ne ‘sakıncalı’ bulunarak alınmadığı dedikodusu dolaşıyor ortamlarda. ‘Netameli’ gördükleri filmler başvurmasın diye dua eden festival yöneticileri var. İstanbul’un en büyük sermaye gruplarını ve temsilcilerini bünyesinde toplayan İKSV ise artık milyon dolarlık işlem hacmine sahip bir holding! Üstelik yöneticisi/destekçisi şirketlerin hepsi kârlarına kâr katıyor, iktidarla el ele ülkenin yer altı ve yer üstü kaynaklarını yağmalıyor. Yani sansüre karşı demokrasi mücadelesi için doğru zaman değil, 40 yıl önce olsa belki!
Asıl can sıkıcı olan ise sinemacıların festival yöneticilerine mecbur bırakılmış olması. Çok da akıllıca yüzlerce sinemacıyı tehdit etmektense 4-5 festival yönetimini korkutmak daha işlevli! Halbuki festivalleri özgürleştirecek olan, filmleri üretenler ve izleyenler değilse kim?
Şenay Aydemir Evrensel